'Üç Aylara Dair Gönlümden Geçenler” Şu ömürde bir zaman dilimi hayal et şimdi arkadaşım. Bir zaman dilimi ki ömre bedel. Bir zaman dilimi ki yüzü ötelere dönük. Seni oralara davet ediyor ve seni o yöne tevcih ediyor....
Gaflet; 'habersiz olma, aymama ve boş bulunma” gibi manaları ihtiva eden çok yönlü bir kelimedir. 'Bilinçsiz olma, ilgisiz kalma ve unutma” da diyebileceğimiz 'gaflet” yaşadığımız (yok yaşadığımız...
Kaybettiğimiz var aslında kazandığımızdan ve elde ettiğimizden ziyade. Gönlümüzde batan güneşler var, gözümüze doğanlardan kat kat daha büyük. Zahirde görünen bunca inkişaf ve maddi alanlardaki onca terakki hayal penceremize...
Hız ve sürat asrındayız bizler. Öyle ki her sabahımız başka bir sabahtır bizim. Her an için değişiktir ufukta güneşimiz. Her seher güllerde şakıyan bülbülümüz farklıdır. Açan bir çiçeğe daha alışamadan yaprakları...
Hayat tekdüze yaşandığında monotonlaşıyor arkadaşım. Tat vermiyor o zaman, sıkıyor, sıkıştırıyor. Asıl manasını önümüze çıkan yokuşlar, ayağımıza batan dikenler, ruhumuzu inciten keder ve sıkıntılar veriyor hayata....
Ahir zamanın ahirini yaşıyoruz bizler. Bunun da farkındayız aslında. Lâkin bîhabermiş gibi hâlâ çırpınıp duruyoruz dünya çamurunda. Ve çırpındıkça kendimizi uçuyor zannediyoruz. Zira dünya şarabıyla sarhoş olmuşuz...
Çare değil hiçbir şeye şekva, şikâyet. Sitem etmek de elimize bir kâr verecek değil. Şükür gerekir şimdi bizlere. Sabır gerekir, dua ve dahi tövbe gerekir bizlere bu demde. Bize yakışan budur arkadaşım. Çünkü biz...
Bizler yolu uzun olan ve durmaksızın yol alan birer yolcuyuz arkadaşım. Kimi duraklar arkamızda küçüldü, küçücük kaldı, gözden kayboldu. Kimi yollar ardımızda inceldi tıpkı bir ip oldu. Ama önümüzde, bizi bekleyen...
Yıllar evveli idi. Şehirlerin Ecesi'nde yani İstanbul'da küçücük bir odada bir bardak çayın eşliğinde üç arkadaş muhabbet ediyorduk. Ben, Candost'um ve bir misafir. Mevzumuz 'iman” meselesiydi....
Öyle bir devir yaşandı ki O gelmeden önce. Kelimeler anlatmada acizdir, sözler söylemede çaresiz. Öyle bir devir ki korkunç karanlıklara esir. Tam bir fetret devri… Yüreklerde hazan tonunda bir ayaz; gönüllerde her daim...
Gün doğar, vakit sabaha erişir. Değer gün ışığı ışıl ışıl gözbebeklerine senin. Karanlıklardan âzâde eder, görür eyler seni. Bu vesileyle şahit olursun sen de müşahedesine doyulmayan o eşsiz güzelliklerin, manzaraların......
Yaşanan her gün bir sayfadır aslında her yaşayan için... Ömür denen defterden bir sayfa... Ağızdan çıkan her söz, atılan her adım, işlenen her amel bir kelimedir o sayfada. Yani insan lehinde ya da aleyhinde olarak satır...
Geçenlerde kitabın birinde bir yazı okuyordum. Bir yere geldim ki bir hadis-i şerif gözüme çarptı. Yok, hayır gözüme değil, sanki gönlüme çarptı. Şöyle ferman ediyordu: 'Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız!”...
'Gündem” dediğin nedir ki arkadaşım? Bak, 'Yaşanan günlük olaylar” diye tarif ediyor Türk Dil Kurumu. 'Rûzname” diyor bizden öncekiler. Yani, günlük olayların yazıldığı defter. Peki, biz nasıl anlamalıyız?...
Yine sorular, yine sorunlar… Sarmış sarmalamış ruh âlemimizi… Ne yazılabilir ki şimdi? Ne yazılsa bir yazı olur ki? Hem yazılsa ne olacak ki? Bir dikkate alan mı olacak? Ya da okuyan birileri mi çıkacak? Okunsa kaç hayata...
" Yok yere geçirdim günü. Ah ne edeyim ömrüm seni." (Yunus Emre) Ne güzel ifade etmiş Yunus, ömür denen sermayenin sırrını değil mi? Sır şu ki, ömür...
İnsan, Sonsuz'un Sonsuz Yurdu'ndan geldiği için mütemadiyen sonsuzluğa dair özlem beslemekte ve oraya her daim derin bir iştiyak duymaktadır. Bu, mayasında vardır aslında. İstese de söküp atamaz içinden. Bundandır...
Geliyor. Gölgesi düştü/düşecek üzerimize. Adım adım yaklaşıyor. Bu sefer belki buruk, belki hüzünlü geliyor ama o yine de hazırlanmış, bizi manevi kirlerimizden, günahlarımızdan arındırmaya, duru kılmaya, diri kılmaya geliyor. Elinde...
Sözün bittiği yerler vardır ki söz lâl olur ve dil devre dışı kalır. Bir sükût düşer sözün üstüne. Gönül yanar, vicdan sızlar da kimsecikler duymaz. Yani ki bir ses veren olmaz sesine. Sen de kor misali, kuytu köşelerde içten içe...
Tutulmuş dillerin nedendir ey sahibim? Hani bülbül gibi şakıyordun daha dün? Nağme nağme türkü döküyordu dudakların hani? Nedendir şimdi bu söz orucun? Niyetli misin, yoksa sitemli mi? Kime karşıdır sessiz ve çığlık çığlığa...
Bir göz açıp kapamak.. Bir soluk alıp vermek.. Bir kapıdan girip ötekinden çıkmak.. İşte ömür ve hayat dediğimiz şeyin kısacık özeti... Başka şekillerde de bu ömür beyan edilebilir belki de. Mesela, "Temmuz...
En son ne vakit sana bir mektup geldi Candost'um? Sevdiğinden sana bir haber, bir ses getiren ve zarfının içinden vuslat kokusu yayan bir mektubu en son ne zaman aldın? Hatırlıyor musun?.. O neşeyi, o sevinci yaşamayalı bayağı zaman oldu...
Yazmak” sadece yazmak demek değildir Candost'um. Yazmak aslında yanmaktır. Kelimeleri yan yana getirip bir kâğıt üzerine yazdığın zaman değil; o kelimeler gönül kaleminden dökülürken yandığın ve kanadığın zaman...
Ben ona nasıl öldü diyebilirim ki? Sevdiklerini bırakıp da uzaklara gittiğini nasıl söyleyebilirim ki? Hayalleri, ümitleri yarım kaldı; geride belki gözü yaşlı bir yâr ve belki de hüzünlü minik bir yavru bıraktı cümlesini nasıl kurabilirim...