Her sabah binlerce insan gibi ben de kalabalık bir otobüste ya da metroda ayakta yolculuk ediyorum. Ama beni en çok yoran, yorgunluğun kendisi değil. Her gün aynı sahneyle karşılaşmak, artık içimde bir sızıya dönüşüyor: Yaşlı bir teyze ayakta, bastonuna tutunmaya çalışıyor. Hemen yanında 5-6 yaşlarında bir çocuk cam kenarına yerleşmiş, sessizce dışarıyı izliyor. Yanında ise annesi, çantasını sıkı sıkıya tutarak ayakta duruyor. Ne çocuk kalkıyor, ne anne "kalk" diyor.
Artık bu manzara garipsenmiyor. Kimse dönüp bakmıyor bile. Çünkü bu durum normalleşti. Oysa ben garipsiyorum. Hatta üzülüyorum. Çünkü bu sadece bir “yer verme” meselesi değil. Bu, bir toplumsal çürüme emaresi.
Eskiden “büyüğe yer ver” demek bir görev değil, bir refleksti. Şimdi ise yer vermek “erdem” gibi görülüyor. Çünkü çoğunluk bunu yapmıyor.
ADAB-I MUAŞERET YOKSULLUĞU
Bugün çocuklara öğretilmeyen o küçük davranışların, büyüdüklerinde karakterlerinin temelini oluşturduğunu biliyoruz. Yer vermek, empati kurmaktır. Saygıdır. Farkındalıktır. Ve tüm bu değerler, yalnızca okullarda öğretilen akademik bilgilerle değil, yaşamın içindeki örneklerle kazandırılır.
Ama artık anneler, “çocuğum otursun” diyerek kendi ayakta kalmayı seçiyor. “Küçük o, yorulur” cümlesiyle, çocuklarına toplum içinde öncelik sırasını değil, “önce sen varsın” anlayışını öğretiyorlar. Bu çocuklar büyüdüğünde ise yaşlıyı, engelliyi, hamile kadını fark etmeyecek. Çünkü onların yaşamında, başkasının varlığına dikkat etmeyi öğreten bir model hiç olmadı.
TOPLU TAŞIMA, TOPLUMUN AYNASIDIR
Otobüsler, metrolar yalnızca birer ulaşım aracı değil; aynı zamanda toplumun küçük birer kesiti. Burada sergilenen davranışlar, dışarıdaki büyük hayatın da izdüşümüdür. Eğer bu küçük alanda saygı, nezaket ve duyarlılık yoksa; dışarıda da beklemek hayal olur.
Ben yazıyorum çünkü bu suskunluğu normalleştirmek istemiyorum. Ben yazıyorum çünkü bir çocuk, annesi tarafından koltuğa oturtulurken yaşlı bir adam ayakta bekliyorsa, burada bir yanlış var. Üstelik bu yanlış, yalnızca bir “çocuk terbiyesi” değil; bu, hepimizin paylaştığı bir sorumluluk.
YENİ NESLE NE BIRAKIYORUZ?
Sürekli “teknoloji çağı” diyoruz, “Z kuşağı” diyoruz, “çocuklar çok zeki” diyoruz. Evet, belki öyleler. Ama zekânın yanında vicdanı büyütememişsek, bizden sonraki neslin ilerlemesi değil, yalnızlaşması kaçınılmaz olur.
Çocuklara yer vermeyi öğretmek, onları küçümsemek değil; tam aksine, saygılı bireyler olmaları için bir temel atmaktır. Yer vererek bir çocuğu yorarsınız belki, ama aynı zamanda karakterini inşa edersiniz. Bugün küçük bir koltukta oturmasına ses etmediğiniz çocuk, yarın sizin gözünüzün içine bakarak oturmaya devam edecek.
EMPATİ KAYBOLURSA, TOPLUM SESSİZLEŞİR
Bu yüzden sessiz kalmamalıyız. Bir annenin, “oğlum, bak teyze ayakta, istersen yer ver” demesi devrim gibi bir cümledir. O cümleyle birlikte yalnızca yer değişmez; değer aktarılır. Kültür korunur.
Ben bu yazıyı, bir koltuğun çok ötesinde bir şey anlattığına inandığım için yazıyorum. Çünkü yer vermek, sadece ayağa kalkmak değil; başkasının varlığını kabul etmektir. Ve belki de en büyük eğitim, tam da orada başlar.
Yeni Nesle Ne Öğretiyoruz?
Toplumca büyük bir sınav veriyoruz. Ve bence çoğu zaman kalıyoruz. Yer vermek sadece fiziksel bir hareket değil; başkasını fark etmek, empati kurmak, sorumluluk almak demek.
Yeni nesle tablet, telefon, kurs, dil öğretirken; yer vermeyi, saygıyı, göz teması kurmayı unuttuk. Belki de asıl eksik kalan eğitim bu.